Yazı Arşivi

Yazı Arşivi

Mail: arsiv@teknikelektrik.com

Suriye Krizi ve Sarsılan Dengeler

Suriye'deki "iç savaş" beklenenin aksine uzun bir süre devam edecek gibi görünüyor. "Arap Baharı" olarak isimlendirilen eylemlerin, çok uzun olmayan bir sürede Tunus ve Mısırdaki diktatörleri devirmesi, Suriye'de de aynı sonucun kısa sürede elde edileceğine ilişkin umudu ortaya çıkardı.

Ancak, Suriye'nin Tunus ve Mısır'dan daha farklı olan şartları, Suriye coğrafyasında cereyan eden vekalet(!) savaşları, Suriye'deki çatışmanın uzaması sonucunu doğurdu. İran ve Rusya'nın Suriye'deki iç çatışmaya bütün ağırlıklarını koyarak müdahil olmaları, savaşın uzamasına, zayiatın artmasına ve ülkedeki iç savaşın, bölgeyi içine çekme tehlikesi bulunan bir aşamaya gelmesine sebep oldu.

Bu, Suriye'nin coğrafyasının, demografik yapı¬sının ve bu coğrafya üzerinde varlıklarını devam ettirerek, hem bölgede hem de dünya siyasetinde rol oynamaya çalışan bölge ve bölge dışı ülkelerin tavırlarıyla doğrudan alakalı bir durumdur. Bir bölge ülkesi olan İran, kendi savunmasının Lübnan'dan başlayarak Suriye ve Irak'ı içine alan, direniş hattı olarak isimlendirdiği bu hattın bütün olarak tutulmasından geçtiğini düşünmektedir. Dolaysıyla bu hattın en önemli halkası saydığı Suriye'de yaşanabilecek her olayı kendi varlığıyla alakalı görmektedir.

Suriye ve Diğer Aktörlerin Konumları
İran'ın gerek doğrudan gerekse Hizbullah vasıta¬sıyla dolaylı olarak Suriye meselesine müdahil olması kendi açısından reelpolitik bir yaklaşımdır. Bu reelpolitik yaklaşımda kolaylaştırıcı bir unsur olarak mezhebi yakınlık kullanılmaktadır. İran, bu meselede İslâm Cumhuriyeti olarak değil, sıradan bir ulus devlet refleksiyle hareket etmektedir. Devrimin oluş aşamasından sonraki birkaç yılı istisna ettiğimizde, İran dış politikada daima bir ulus devlet refleksi göstermiştir.

Suriye'de rejimi destekleyen, ona hem silah hem de rejim açısından son derece hayati uluslar arası diplomatik destek sağlayan bir diğer ülke de Rusya'dır. Rusya'nın, Sovyetler'in 1980'li yılların sonunda dağılmasından sonra, uluslararası bir güç olarak dünya sahnesine dönmek arzusunun ilk uygulama sahası durumundadır Suriye. Bilindiği gibi Suriye'nin Tartus Limanı'nda bir üssü vardır Rusya'nın. Büyük güç olarak dünya sahnesine giriş yapmak isteyen Rusya'nın, ülkesi dışındaki tek üssü olan Tartus, hem fiili hem de sembolik olarak önemlidir. Fiili olarak Akdeniz'e müdahil olma imkânı sağlamaktadır. ABD dünya denizlerinde filolar gezdirerek, dünyanın değişik yerlerindeki olaylara müdahil olan bir dünya gücü olma pozisyonunu ortaya koyuyor. Dolayısıyla buna karşılık sembolik olarak Rusya da, ülkesi dışında, tek üssü olan Tartus'u koruyarak, dünya gücü olma niyetini izhar etmektedir. Bu bakımdan, Tartus'ta Rus varlığına imkân veren Baas rejimini desteklemek Rusya açısından stratejik bir zorunluluktur.

Ayrıca, Rusya, Libya'ya müdahale sürecinde dışlandığım ve Batılı güçler tarafından oyuna getirildiğini düşünüyor. Suriye'de ise, aynı tezgâha gelmeyeceğini, olaya fiilen müdahil olmak suretiyle ortaya koyuyor. Hem diplomatik alandaki tavrıyla hem de Suriye'ye silah vererek Esed rejiminin ömrünü uzatıyor, hayat oksijeni pompalıyor, böylece Suriye için vazgeçilmez bir güç, bir müttefik haline geliyor.

Rejimin böylesine doğrudan destekçileri varken, muhalif grupların aynı şekilde destek bulamamaları, hem ölü sayısının artmasına sebep oluyor hem de rejimin ömrünü uzatıyor. Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar'ın destekledikleri muhalif güçler, insan potansiyeli olarak yeterli olmalarına rağmen, silah imkânlarının kısıtlı olması nedeniyle sahada gerekli başarıyı elde edemiyorlar; sonuca varamıyorlar. Batı'lı güçler, muhalefetin İslâmi özelliğini bahane ediyor ve rejimin düşmesinden sonra, Müslüman Kardeşler’in Suriye’de hakim olacağını varsayarak, adeta bir bekle gör politikası uyguluyorlar. İran’ın bölgedeki etkisini kırmak için muhaliflere yardım eden Suudi Arabistan bile Esed rejimini devrilmesinden sonra Müslüman Kardeşler’in hakim olma ihtimalini kendi rejimi açısından tehlikeli görüyor! Tablo bu olunca da sonuç alıcı silahlar muhaliflerin eline geçmiyor, geçmesi de zor görünüyor.

Türkiye’nin Suriye meselesine müdahil olması, hem reelpolitik hem de ilkesel olarak kaçınılmazdı. Çünkü, Türkiye’nin Suriye ile 900 km2lik bir sınırı var. Bu sınırın iki tarafından da devam eden akrabalıklar mevcut. Türkiye hiç müdahil olmasa da, sırf bu nedenlerden dolayı olayın dışında zaten kalamazdı. Kaldı ki, hadiselerin başlamasından ve insanların rejim güçleri tarafından hunharca öldürülmesinden sonra bile, Türkiye hâlâ Esed rejimi ile bağlantısını kesmeyip, rejimi birtakım demokratik düzenlemeler yapmak suretiyle ülkedeki sorunun, çatışmanın çözülmesi, içinden çıkılamaz kalıcı bir "iç savaş"a dönüşmemesi konusunda Beşşar Esed'i ikna etmeye çalıştı. Bu samimi ve stratejik çabalar sonuç vermeyince, sonunda Tunus ve Mısır olaylarının karşısında aldığı tavır gibi halk kitlelerinin yanında yer aldı. Muhalif güçlerin organize olmalarına yardımcı oldu. Onlara diplomatik destek sağladı. Ayrıca, Türkiye'de faaliyetlerini kolaylaştırıp rahat çalışmalarını sağlayacak şekilde yardımlarda bulundu.

Ancak, Türkiye de çeşitli nedenlerle, sonuç alıcı silahların muhaliflere verilmesi konusunda yeterli desteği sağlayamadı. Diplomatik destek nihai tahlilde arazideki durumu değiştirecek bir sonuç üretmiyor. Arazideki durumu değiştirecek yardımların yapılmaması durumunda diplomatik desteğin, süreci bir miktar uzatmak dışında bir fonksiyonu olmayacaktır.

Nasrallah'ın yaptığı son açıklamalarıyla, Hizbullah'ın (dolayısıyla İran'ın) savaşa doğrudan müdahil olduğunu deklare etmesinden sonra durumun değişeceği, farklı boyutlar kazanacağı aşikârdır. Bu deklarasyon, zaten baştan beri bilindiği üzere krizin sıradan bir Suriye meselesi olmadığını, çok farklı uluslararası parametrelerin etken olduğunu adeta ifşa etmiştir. Hizbullah'ın açıklaması aynı zamanda Baas rejiminin insan kaynaklan açısından yetersizliğinin de ilanıdır. Nitekim muhalifler, uzun zamandan beri bunu dillendiriyorlar. Rejimin askeri sahada görünen başarısının, hava kuvvetlerinden ve birtakım sofistike silahları kullanmasından kaynaklandığını ifade ediyorlar. Kendilerinin kısıtlı imkânlarla, silahlarla rejimin güçlerine karşı mücadele ettiklerini ve bu eşitsiz durumun rejimin zayıflığını gizlediğini ifade ediyorlar. Bu zayıflığın açıkça ortaya çıkmaması birtakım insanların rejime karşı olmalarına rağmen, tavırlarını açıkça ortaya koymalarını engelliyor.

Hizbullah'ın Suriye'ye doğrudan müdahil olması, hem Suriye dengelerini hem de bölgesel dengeleri etkileyecektir. Bu direkt müdahale, rejim açısından bir taze gücün alanına sürülmesi ve varolan insan zafiyetinin bir miktar telafisi anlamını taşıyacaktır. Bu müdahele aynı zamanda muhalifler ve Suriye halkının büyük çoğunluğu tarafından maalesef mezhebi bir dayanışma olarak da okunacaktır. Bunun bölgesel etkilerinin olacağı muhakkaktır. Bu etkinin ilk hissedileceği yer de Lübnan'dır. Dolayısıyla Hizbullah'ın bu açıklaması yani Suriye'deki savaşa doğrudan müdahil olacağının ilanı, muhaliflere yardım eden güçleri de bir miktar hareketlendirecektir. Nitekim Avrupa Birliği’nin Suriye'ye konulan silah ambargosunu kaldırma yönündeki kararı bu hareketliliğin başlangıcı olarak değerlendirilebilir.

Şunu belirtmekte yarar var: Suriye'ye konulan bu ambargo bir kötü niyetin ifadesi değilse, tam anlamıyla bir siyasi ufuksuzluğun ve körlüğün ifadesidir. Ambargo hem rejimin güçlerine hem de muhaliflere silah vermeyi yasaklıyor. Rejim güçlerinin elinde Suriye ordusunun bütün silahlarının tamamı var. Böyle bir gücün karşısında silah gücü oldukça zayıf bir muhalefet bulunuyor. Bunların ikisine birden ambargo uygulandı. Bu, zalimin karşısında mazlumu çaresiz bırakmak anlamına gelen bir davranıştır ki, sonucu binlerce insanın ölmesi olmuştur.

Daha dünkü bir tarihte aynı durum, Bosna savaşında cereyan etti. Yugoslav ordusunun bütün silahlarına sahip olan Sırplara silah ambargosu koyarken, hemen hemen silahsız olan Boşnaklara da ambargo konulmuştu. Bu ambargo, silahsız Boşnakların katliama uğraması sonucunu getirmişti. Bu kadar kısa aralıklarla aynı durumun, trajedinin tekrar, asla iyi niyetle izah edilemez. Ancak buna rağmen, silah ambargosunun AB tarafından kaldırılması (kendileri uygulamayı Ağustos'a erteleseler de) silah yardımı yapmak isteyenlerin daha serbest hareket etmesini sağlayacaktır.

Mezhep Savaşı İhtimali Bir Tasarım mı?
Son zamanlarda Suriye'de gelişen olayların bölgeyi bir mezhep savaşına doğru sürüklediğine ilişkin yorumlar yapılmaktadır. Mezhep savaşı dışlanmayacak bir ihtimal olmasına rağmen, bölgenin tabii ikliminden doğması muhtemel bir vakıa değildir bize göre. Çatışmadan beslenen ve bir çatışma ortamında varlıklarını devam ettirme alışkanlığı olan Suriye'deki rejimin ve Suriye dışındaki birtakım güçlerin mezhep karşıtlığı üzerine bir çatışmayı inşa etmeleri uzak bir ihtimal değildir. Nitekim Suriye'deki çatışmanın daha başlangıcında, ortada mezhep savaşı söyleminin olmadığı bir zaman diliminde bu ihtimali ilk zikreden Baas rejiminin başı olan Beşşar Esed'dir.

Dış politika konusunda, ufuk açıcı yazılar yayınlayan Dünya Bülteni sitesinde 30 Kasım 2011 tarihli bir makalede, mezhebî fitnenin ilk defa dile getirildiği ifade ediliyordu: "Dehşet verici olan, Suriye'de olaylar patlak verdiğinde, mezhebi fitneden ilk bahseden tarafın rejim, hatta rejimin başı olan Beşşar Esed olmasıdır. Ardından bunu resmi ve gayri resmi düzeyde benzeri açıklamalar takip etmiştir"

Makalenin devamında, rejimin bunu özellikle yaptığı ve kendi sonu ile ilgili korku yayarak, kitlenin muhalif ayaklanmaya desteğini azaltmayı hedeflediği ifade ediliyor: "Alevileri ve diğer dini azınlıkları harekete geçiren ve tahrik eden rejim, intifada'nın aktivistlerinin dile getirdiği gibi, kendisinin akıbeti ile ilgili sürekli yaydığı korkunun, mutlaka bir karşılığının olması gerekir. Bu da Suriye'deki diğer azınlıkların, rejime karşı gerçekleştirilen ayaklanmaya oldukça zayıf bir şekilde katılmalarını bize açıklar"

Mezhep meselesi İslâm dünyasında, doğuşu itibariyle itikadi bir mesele olmamıştır. Temel neden siyasidir. Siyasi olarak ortaya çıkan ayrışmalara, daha sonra itikadi gerekçeler üretilmiştir. Yani mezhepler bir içtihad farklılığından ziyade siyasi nedenlerle ortaya çıkmıştır. Bu tespit, insanların biz mezhebe bağlı olmaları gerçeğini dışlamıyor. Ancak, mezhebin din yerine ikame edilemeyeceğini, edilmemesi gerektiğini ifade ediyor.

Bugün bu coğrafya da militan Şiilik ve katı selefiliğin vücud verdiği siyasetlerin mezhebî bir çatışmayı ateşlemek istediği söylenebilir. Ayrıca bu bağlamda bölge içi bağlantıları güçlü olan bölge dışı güçlerin de boş durmadığını bilmek gerekir.

Cari Dünya Sistemine potansiyel bir tehdit oluşturan İslâm'ın, Dünya Sistemi tarafından, Müslümanlardan daha fazla bir ciddiyetle dikkate alındığını ifade etmeliyiz. Ümranın daha önceki sayılarında geniş bir şekilde yayınladığı, Rand Düşünce Kuruluşunun "Sivil Demokratik İslâm" raporu, meselenin ABD tarafından ne kadar ayrıntılı ele alındığını gösteriyor. Bugünkü duruma açıklık getirmesi ve Müslümanlan meselenin ciddiyetini anlamaya davet etmesi açısından Cherly Benard'ın hazırladığı rapordan kısa bir alıntı yapalım.

Rapor genelde bir araştırmadan ziyade bir eylem planı gibi. Raporun sonunda ABD'nin İslâm'ı kontrol altına alması için neler yapması gerektiği sıralanıyor:

1. "Önce modernist ve laik Müslümanları destekle. Bunun için modernist liderler, modeller ve kadrolar oluştur. Eserlerini yayınla, dağıt. Geniş kitlelere hitap etmelerini sağla. İslâmi Eğitimde düşüncelerini öne çıkart. Fundamentalist ve geleneksellere karşı onlara medya desteği ver"
2. "Geleneksel Müslümanları fundamentalistlere karşı destekle. Bunun için aralarındaki ihtilafları açığa çıkar. Oluşabilecek ittifakları engelle. Modernistlerle gelenekçileri birbirine yaklaştır. Mezhepler arasındaki farklılıkları açığa çıkar. Hanefi ve Vahhabiler arasındaki farklılıkları büyüt.
3. Fundamentalistlerle savaş.
4. Seçici bir şekilde laikleri destekle.
5. "Batılı İslâm" tezini destekle. (Türk İslâm'ı, Arap İslâm'ı benzeri tabirlerin yaygınlaşması isteniyor.)
6. Sufizmi destekle ve güçlendir."
Bizim kısa cümleler halinde ifade ettiğimiz her bir maddenin uzun ayrıntıları raporda bulunmaktadır. Hangi grupla, hangi yolla, nasıl mücadele edileceği ayrıntılı bir şekilde ifade ediliyor raporda. Bu rapor, bizim kendimizi ciddiye aldığımızdan daha fazla, başkalarının bizi ciddiye aldığını ve harim-i ismetimize müdahil olduğunu gösteriyor. Ayrıca varolan makul ayrılıkları derinleştirerek nasıl bir çatışma ortamının uzun zamandan beri hazırlandığını da bu raporda görüyoruz.

11 Eylül saldırılarından sonra Henry Kissinger'in, "Bundan sonra Batı Dünyası ile İslâm Dünyası arasında bir savaş değil, İslâm'ın kendi içinde yaşayacağı bir çatışmayı beklemek gerekir" sözünü sadece bir tespit bir öngörü olarak değil, bir tasarım olarak okumak gerekir. Dolayısıyla Şii'siyle, Sünni'siyle Müslümanlara böyle bir tasarımda piyon olmak yakışmaz.

Müslüman olduğunu unutup, mezhebi ve siyasi kimliğini ön plana çıkararak birbirine düşmanca sözler söyleyenler, iftiralar atanlar öncelikle Müslümanlıklarını yeniden gözden geçirmek durumundadırlar. Aynca bölgemizin yeniden yapılandığı bir dönemde, aktif özne olarak bölgenin yapılanmasına müdahil olma imkânını kullanma yerine, birbirini yıpratan Müslümanların hem tarih önünde, hem de Allah katında hesap vereceklerini düşünmeleri gerekir.

Türkiye Suriyeli Muhalifleri Sonuna Kadar Desteklemelidir!

Türkiye, son yıllardaki politikalarıyla, bölge meseleleriyle ilgilenen ve etkili olmaya çalışan bir profil çiziyor. Bu bağlamda, yeni ve aktif bir dış politika uygulamaya çalışıyor. Eski coğrafyasına tamamen barışçıl amaçlarla ve tüm bölge insanlarının kazançlı çıkmasını hedefleyen siyasi argümanlarla dönüyor olsa bile, bunun ciddi sorunlar çıkaracağını öngörmek gerekir.

Sizin iç kamuoyunuzu hareketlendirmeye dönük olarak söylediğiniz sözler, dışarıda hiç kastetmediğiniz sonuçları üretebiliyor. Ayrıca ortaya çıkan imkânlar, bu imkânları fark edecek seviyede olan insan unsuruyla değerlendirebilir. Yüz yıla yakın bir süre içe kapanmış bir ülkenin insan unsuru ile hızlı bir şekilde politika değişikliğini gerçekleştirmeye çalışmanın ve bunu uygulamanın arızaları da mutlaka olacaktır. Dünyanın en yavaş değişen mekanizmasını, bürokrasiyi hızlı bir tempo ile değişime yöneltmek hiç de kolay değildir.

Türkiye, genel hatlarıyla bölge politikasında ve Suriye politikasında yanlış yerde durmuyor. Bu, durduğu yerde, kısa sürede sonuç almaya dönük söylemlerinin şimdilik tahakkuk etmeyişi, politikanın tümden yanlışlığına ilişkin söylemlerin üretilmesine vesile oluyor. Bu sıkıntılı bir durum Türkiye'nin bölge politikasının temelden yanlışlığını ortaya koymaz.

Türkiye zor olsa da, muhaliflerin yanında olma tavrını devam ettirmelidir. Her ne pahasına olursa olsun desteklediği kitleleri yalnız bırakmamalıdır. Temeli doğru olmakla birlikte, Suriye ve bölge politikasında gerekli revizyonların yapılmasından imtina edilmemelidir!

Bölgedeki sorunlarımızın sebeplerini bir miktar olsun izah etmesi açısından Sergei Balsamöv'un Pravda gazetesinde yayınlanan, Dünya Bülteni sitesi¬nin çevirerek alıntıladığı makalesinden bir paragrafla yazıya son verelim: "Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılmasından yüzyıl sonra Türkiye, uluslararası arenaya giriş yapıyor. 19. ve 20. yüzyılda kaybettiklerini elde etmek için yoğun çaba harcıyor. Ankara yetkililerinin planları komşularının çıkarlarının tamamına ters düşüyor. Bu devletler içinde muhakkak ki Rusya yer alıyor”
Kaynak: Umran Dergisi / Haziran 2013

Facebook Yorum

Yorum Yazın

Ana Sayfa
Web TV
Foto Galeri
Yazarlar