Yasin Börü ve Kitlelerin Acımasızlığı

“Bir grup sokak ortasında onları sıkıştırmış. Onlar da kaçıp bir eve  sığınmışlar. Evdeki kadın onlara karışmamış fakat eşi dışarıdaki saldırganlara  telefon açıp, ‘IŞİD’cılar burada’ demiş. Onlar da IŞİD üyesi olmadıklarını  belirtmişler, ancak ikna edememişler. Bunun üzerine ev sahibi saldırganlara  kapıyı açmış. Onlar da 4 genci silahla taradıktan sonra Yasin ve 2 arkadaşını 3.  kattan atmış. Bu da yetmez gibi cesetlerine de işkence yapılmış.”


“Oğlum vahşice öldürülmüş. Gencecik çocuğumun cesedi tanınmayacak  haldeydi. Ayağındaki ben’den teşhis edebildim. Bir kurt, koyunu dahi o şekilde  parçalamaz..”


“Oğlum köseydi. Cesedini de bu nedenle ve ameliyat izinden teşhis  ettim. Sadece sırtında yaklaşık 50 bıçak izi vardı. Yakmaya çalışmışlar, araba  ile üzerinden geçmişler. Görgü tanıklarının ifadesine göre, çocuklara işkence  yapılırken balkondan seyreden kadınlar zılgıt çekerek, ‘yakın bunları’ demiş.  Bunu söyleyenlerin çocuğu yok mu?”


6-7 Ekim 2014’de Kaboni bahanesiyle, Diyarbakır’da yapılan izinsiz gösterilerde katledilen Yasin Börü ve arkadaşlarının ebeveynlerinin sözleri yukarıdakiler. Olayın 25 Kasım 2015’de Ankara’da ikinci davası görüldü ve Ocak ayına ertelendi. Bir süre sonra suçlular cezasını bulsa da, o ailelerin içindeki ateşın harı asla düşmeyecek, sadece bu acıyla yaşamayı öğrenecekler.


Dikkatinizi çekmek istediğim şey, insanın kanını donduran yukarıdaki cümleler. Çocukların sığındığı evin sahibi, çocukları bu gözü dönmüş katillere teslim ederken, hiç bir rahatsızlık duymuyor. Muhtemelen o da bir baba. Tanıkların ifadesine göre, çocuklara işkence edilirken, balkondan seyredip zılgıt çekerek, ‘yakın bunları’ diyen kadınlar da, muhtemelen anne.


İçim daraldı bu cümleleri yazdıktan sonra.  Bir süre, hiç bir şey yapmadan öylece kaldım. Orayı düşündüm, delirmiş maskeli kalabalığı, katledilen çocukların cesetlerinin üzerinden araçla geçilmesini ve kendini kaybederek balkonda zılgıt çeken 

kadınları….


Cinayetten beri aklıma düştükçe canımı sıkan, o zılgıt çeken kadınlardı. Nasıl bir ruh haliydi bu? Nasıl bir nefret, nasıl bir kimlik-kişilik, tip vs. Özel zevkleri nelerdi? Mutlu muydular, severek mi evlenmişlerdi, çocukken ya da şimdi şiddete mi maruz kalmışlardı? Evlerinde çiçek var mıydı mesela ya da hayvanları severler miydi?


Ertesi sabah, güzel bir kahvaltı sofrası kurmuşlar mıdır? Alış verişe çıkılmış mıdır? Anne-babaları hayatta ya da birlikte miydiler o gün? Film ya da dizi izlerken, kötü kahramanlara kızıyorlar mıdır? Kötü kayınvalide-görümce-gelin profillerini eleştiriyorlar mıdır?


Çocukları düşse, dizi kanasa ya da biri vursa onlara… Böyle onlarca soru döndü kafamda. Belki karşılaşsak bir yerde, devletin onları nasıl ezdiğini, işkenceleri, zulmü ve geçmişte yaşanan acıları anlatacaklar. Hatta belki gözleri dolacak… Belki de çok iyi insanlardır. Neden; ama nasıl olabiliyor böyle insanlar diye düşünürken; kitle psikolojisiyle ilgili çeşitli çalışma ve deneyleri hatırladım. Hoş, daha da moral bozucuydu.


Bu konudaki çalışmalara temel oluşturan Le Bon, oldukça sert saptamalar yapmış ve kalabalığı, ilkel, korkunç ve kaba olarak tarif etmiş. Tek başına bireylerin algı, zeka ve davranışlarının farklı ya da benzer olmasının hiç önemi olmadığını, kitlenin kendi kolektif ruhunu dayatarak bireyin yalnızken yapmayacağı şeyleri kitleyle yapabileceğini söylemiş. Prof. Asch ise, bireyin doğru bulmadığı şeyi ısrarla yapan bir grup içindeyken sessiz kaldığını, açıktan itiraz edemediğini belirtmiş.


Kudüs’te 1960’lı yıllarda yargılanan Nazi Subayı A. Eichmann davasını takip eden H.Arendt de  subayın zulmetmekten zevk alan bir sosyopat olmadığını, işinde terfi etmek için bunu yaptığını, ancak muhakeme yerine klişelere dayalı bir düşünme biçimi olduğunu söyler. 


Bu konuda önemli çalışmalardan biri de Milgram Deneyi’dir. Bireylerin otoriteye itaatini deneylemiş, sıradan, işinde gücünde insanların, nasıl bir zalime dönüşebileceğini ispatlamıştır. Üstelik, çeşitli varyasyonlarıyla çok önemli veriler koymuştur ortaya. Oldukça şaşırtıcı ve can sıkıcı sonuçlardı. Hepimizin, kolayca bir caniye dönüşme ihtimali hayli yüksekti. SS kitlesini iyi kullanan Hitler’in; “İnsanların çoğunun muhakeme yeteneğinin olmaması, muktedirler için ne büyük bir nimettir” demesi, yine Arendt’in de Nazi subayı için, “muhakeme yeteneği olmayan ahmak” tanımıyla, bunun ne denli önemli olduğunu anlıyoruz. Bu arada; Milgram deneyinin bir önemli verisi de; kadınların, komutlara itaat ederken, erkeklere oranla daha fazla iç muhasebesi yapmasıydı.


Kitlelerin işlediği cinayetleri bu psikolojiyle açıklamaya kalkarsak, herkes masum olur; kimsenin kimseye sözü olmaz. O zaman  muhakeme yeteneği ve iç muhasebe gibi kavramları, bu kadar gelişmiş bilim ve teknolojinin yanında çok ihmal ettiğimizi görüp, şimdi de bilim adamlarının bu konulara ağırlık vermesini isteyelim. Birey olarak bize düşen ise; çocuklarımıza daha iyi bir dünya bırakmak için, şefkat, merhamet ve vicdan gibi değerlerin içini doldurarak anlamak ve anlatmak olmalı.


Zira; insandaki erdemin ihmal edildiği bir medeniyet, ne kadar gelişirse gelişsin çökmeye mahkumdur.