Hüznün Şehri Diyarbekir

Kadim bir şehir. Surları, bazalt taştan sokakları, ahşap kapılı, yüksek duvarlı ve avlulu eski taş evleri ile buram buram tarih ve yaşanmışlık kokan bir şehir. Dili vardır bazı şehirlerin.  Diyarbekir için de  “taşları fısıldayan şehir” derlermiş. Son gidişimde hüzünlüydü sanki; oldukça da yorgun.

Mardin Kapı denilen yerden girdik, Hevsel Bahçeleri, surların tepesi, kalenin içinde doğal klimalı cafesi ve yakıcı sıcağı. Ancak tenha olması dikkat çekiyordu. Sıcaktan mı derken, birden bir koşuşturma ve panik hali. “Gitmeyin o tarafa olay var” diyerek kaçışan insanlar.

Yolu değiştirip Kent Müzesine doğru gitmeye karar verdik. Dar bir sokağa girdiğimizde otuz beş yaşlarında kapı önündeki basamağa oturmuş yerel giysili bir kadın bize bakarak Kürtçe bir şeyler söyledi. Tek anladığım sözcük Erdoğan idi. Ellerini açmış beddua eder gibi konuşuyordu. Yanımızda Kürtçe bilen bir arkadaşımıza ne dediğini sorduk:

“Allah Erdoğan’da bizim hakkımızı bırakmasın!” demiş. Yanımdaki arkadaşa nedenini sordurdum: “Biz sabah kalkıyoruz, tek isteğimiz karnımızı doyurmak, ama Erdoğan bizim dilimizi yasakladı!” diyormuş kadın. Oysa kadın Kürtçe konuşuyordu.

Tek kelime Türkçe bilmiyordu ve sanki ona, gördüğü yabancılara böyle söylemesi salık verilmiş gibiydi. Üzülmekle yetindik ve yolumuza devam ettik. Diyarbakır sokaklarında gittikçe artan gaz ve yolunu değiştiren insanlar tedirgin bir şekilde kaçışıyordu.  Birden  7 ila 9 yaşlarında iki çocuk çıktı karşımıza ve  “gitmeyin, olay var” dedi. “Ne olayı, ne oluyor orada biliyor musun?” dedim, maskeli eylemcileri ima ederek tişörtünün yakasından tutup gözlerine kadar çekti ve “bunlar var, çatışıyorlar” dedi.  Silvan’da 15 PKK’lının öldürülmesi protesto ediliyormuş. 

Oysa o saatlerde, Silvan ile iletişim kurulamıyor, ne olup bittiği bilinmiyordu. Ajansların, hatta orada akrabası olanların dahi bilgi alamadığı yerden, bu küçük çocuk çoktan haber almıştı. Yine sadece üzülmekle yetindim ve içten içe sitem ettim çocukluğu çalan hırsızlara.

Gittikçe gaz burnumuzu ve boğazımızı rahatsız ediyordu ama yine de Diyarbakır sokaklarını dolaşmaya devam ettik. Ahmet Arif Müzesi, Cahit Sıtkı Tarancı Evi, Eyvan Geceleri’nde yanık türkülerin söylendiği, dişi ve erkek tabir edilen özel taştan örülmüş yüksek taş duvarlı avlular ve kapısından girince hissedilen huzur. Sokaklarından, çocuklarından, kadınlarından çalınmış huzur.

Mahmutpaşa’daki sokakların benzeri bir sokak. Ev gereçleri, mefruşatçılar, aksesuarcılar,  tuhafiye, çamaşır vb gibi şeylerin satıldığı  dükkanların kepenkleri inik. İki kadın arkamızda konuşuyor; “aa kapalıymış, biz alışveriş edecektik ya!” Dükkanların önünde aceleyle bırakılmış çöpler, her yana saçılmış kağıtlar... Diyarbakır, biz ve arkamızdaki iki kadından başka kimsenin olmadığı terk edilmiş bir kasabanın meydanı gibi sessiz ve ürkütücüydü.

Son yıllarda nefes alan şehir ve halkı, yeniden yasa bürünmüştü adeta. İşte PKK’nın Kürt halkına verdiği özgürlük! Kendi şehrinde bile sokağa çıkamamak, işyerini açamamak ve normal hayatını sürdürememek... PKK, bölgede kendi koyduğu keyfi kurallara uyulmasını istediği modern ağalık sistemi demekti. Ağanın kahyası rolünü üstlenen HDP ise, ağasına yaranmak için her türlü cambazlığı yapıyor, halkın hafızasındaki kötü geçmişi ki; ciddi bir travmadır bu, kaşıyıp, istismar ediyor.

Gerçekte kendi ideolojisini dayatmak isteyen HDP/PKK iş bölümü yaparak ve en kötüsü de Kürt gençlerini buna alet ederek, şiddeti yöntem olarak benimsiyor. Hiçbir mantıklı talepleri olmadığı gibi, meclise girmelerinin de kimseye faydası olmadı. İçlerine bir türlü sinmeyen barış, onların sonu demekti, varlık nedenleri ortadan kalkacaktı. O halde bu nedeni ortadan kaldırana savaş açmak gerekiyordu.

Ağası bombaları patlatıp cana kıyarken, kâhyası “barış istiyoruz” diye ambalajın en iyisini yaptı. Barış bu, boru mu! Kim karşı çıkabilir ki! Gençler, ateşli mi ateşli. Ne de olsa zavallı çocuklar, güya kutsal bir şey için savaşıyor: Bağımsız Kürdistan!

Bir taksi şoförü, “huzur olsun diye oy vermiştik, şimdi gördüğünüz gibi” diyerek o an havaalanı yolunun ortasına devrilmiş konteyner ve yanındaki ateşi gösterdi. “Olan, buranın halkına oluyor, iş yerleri hep kapalı, insanlar evine ekmek götüremiyor, bıktık artık” diyordu. Ayrıca, Batı’ya göç etmek isteyenler olduğunu da söylüyor.

En ilginç cümle; bir vatandaşın, artık bizim de bir devletimiz var ve bunlardan bizi kurtaracak inşallah demesiydi. Onca serhildan çağrısı, halkı kışkırtma, öz yönetim ilan ederek, devletin sivil katletmesi için ortam oluşturma da sonuç vermiyor. Yoksul gençlerin kanıyla ideolojilerini besleyen tuzu kurular, 90’lı yıllara mıhlanmış beyinleriyle çağı ve halkın beklentilerini okuyamıyor. Dolayısıyla PKK’yı bitiren Kürt halkı olacak. Çünkü onlar da şehrin kalesine sinmiş hüzün kokusundan, kavgadan, gürültüden bezmiş, küçük mutlulukların ve günlük hayatın özlemini yaşıyorlar.

 

Ve farkındalar ki, artık konuşulamayacak hiçbir şeyin olmadığı özgür bir Türkiye var. Bazıları için, asıl sorun da bu olsa gerek…