Yazı Arşivi

Yazı Arşivi

Mail: arsiv@teknikelektrik.com

Dünyaca ünlü Siyer Otoritesi Mevlana Şibli Numani

“İslam, bereketli yağmurlar yağdıran yoğun bir buluttu ve yeryüzünün pek çok bölgesine bu buluttan yağmurlar yağdı, sular döküldü. Fakat feyiz ve bereketi, toprağın verim gücüne göre oldu. Verim yeteneği fazla olan topraklar, yeteneği ölçüsünde bol bol ürün verdi. Arabistan, İran, Afganistan, Hindistan, Türkistan, Mısır, Suriye, Anadolu, Endülüs hepsi İslam çemberi içine girdi. Ama etkileşimin hepsi aynı seviyede olmadı.”
Merhum Mevlana Şibli Numani

Şibli Numani, Hindistan’ın Kuzey Eyaleti (Uttar Pradesh)nin Azamgarh kasabasında 1857’de dünyaya gelmiştir. Asıl ismi Muhammed’dir. Ailesi, 300 sene kadar evvel ihtida etmiş ve Rajput kabilesinden gelen bir Hindu aile idi. Babası Şeyh Habibullah, Azamgarh’ta varlıklı bir avukattı ve dindar bir kişilikti.

Küçük Muhammed ilk bilgilerini bizzat babasından aldıktan sonra, Mevlana Şükrüllah Hocadan Arapça ve Farsça’yı büyük bir maharetle öğrenmeye başladı. Daha sonra Medrese-i Çeşme-i Rahmet'te Mevlevi Muhammed Faruk Çiryakuti’den ki kendisi bölgede baş müderris olarak kabul edilirdi. Edebiyat, Felsefe ve Farsça okudu. Muhammed Faruk Efendi, ilmi otoritesi sebebiyle çevre âlimlerce “Aslan” lakabıyla anılıyordu. Çiryakuti’nin bu fevkalade zeki talebesine de “Aslan yavrusu” anlamına gelen “Şibli” denmeye başladı ve bu lakap zamanla neredeyse ilk ismini unutturacak kadar onunla özleşti.

İlim tahsili için şehirleri gezen ve büyük hocaların dizinin dibine çöken Şibli, Rampur’da Mevlevi İrşad Hüseyin’in yanında Fıkıh ilmini okudu. 1872 senesinde Lahor’a giderek, Arapça mütehassısı Feyz al Hasan’dan Arap Edebiyatı dersleri aldı. Lahor dönüşünde, Saharenpurlu Mevlevi Ahmed Ali’nin yanında hadis eğitimi gördü. Ardından Deobend’de altı ay içinde Feraiz ilmini öğrendi.

1876’da kutsal topraklara olan aşk ve iştiyakına daha fazla hâkim olamadı ve Hac yoluna revan oldu. Yolculuk sırasında kaleme aldığı, Peygamber (S.A.V)’a karşı duyduğu derin sevgiyi dile getiren şiiri, onun Urdu dili nazım edebiyatında hala zevkle okunan bir yadigârıdır.

Hac dönüşü, daha yirmi yaşındayken, Haremeyn-i Şerifeyne hükmeden Vehhabilere reddiye mahiyetinde İskât el-Mutedi adlı eserini Arapça olarak kaleme aldı. Bu eser, o zamanlar İslam dünyasında ün yapmıştı.

Şibli hac dönüşü avukatlık stajını bitirdi. 1880’de avukatlık imtihanını başarıyla verdi ve kısa bir müddet Azamgarh ve Basti’de avukatlık yaptı. Ama baba mesleği onun mizacına pek uygun değildi. Onun için bir süre sonra avukatlığı bırakıp tamamen ilmi çalışmalara yöneldi.

1 Şubat 1882’de Aligarh Müslim Üniversitesinde okuyan kardeşini ziyareti hayatında bir inkılâp yaptı. Onun yüksek ilmi kariyerini fark eden akademi idarecileri kendisine Arapça ve Farsça okutmanlığı teklifinde bulundular. Böylece 25 yaşında hocalığa başladı.

Aligarh Müslim akademisi, Medreset-ül Ulum adıyla 1857 senesinde Aligarh’da kurulmuş ve 1921’de üniversiteye dönüşmüştü. Söz konusu müessese Hind yarımadasının her tarafından zeki ve çalışkan gençleri kendisine çekiyordu.
 
Aligarh Müslim Akademisi, Seyyid Ahmed Han tarafından kurulmuştur. Seyyid Ahmed Han Müslümanların bilgi bakımından çok geri kaldıklarını, bu yüzden hezimete uğradıklarını derinden hissetmiştir. Bunu telafi etmek içini tamamen İngilizlerin sisteminde bir üniversite kurup, teknik bilgiler verdirip, Müslümanların dünya ile ilgili bilgi eksikliklerini tamamlamaya çalışmıştır.

Genç yaşta Aligarh Müslim’de Profesör olan Şibli, burada ünlü doğu bilimcisi Prof. Thomas Walker Arnold ile tanışmış ve dost olmuşlardır. Öyle ki Thomas Arnold ona Fransızca, Şibli de bu profesöre Arapça öğretmiştir. Arnold, Şibli’den o kadar fazla etkilenmişti ki, yazdığı en meşhur eseri İslam’ın İntişarı Tarihi’ni Şibli’ye borçlu olduğu söylenir. Arnold, adı geçen eserinin önsözünde teşekkür ettiği zevat arasında Şibli'yi de sayarken şu ifadeleri kullanır: "İlk dönem İslam tarihiyle ilgili engin bilgisiyle, cömertçe desteğini gördüğüm Şems-ül Ulema Mevlevi Muhammed Şibli Numani"

Şibli, üniversitede okuyan gençlere, İslam mazisinden ilham almalarını sağlamak ve ümid aşılamak için 1884 senesinde Ümid Sabahının Yıldızı adlı mesnevisini, ardından da “Müslümanların Önceki Dönemlerdeki Kültür Faaliyetleri” isimli şaheserini yazdı ve ne büyük bir tarih otoritesi olduğunu herkese gösterdi. Seneler boyu bu iki eser Aligarh Müslim Üniversitesinde özel bir eğitim çerçevesinde okutuldu. O sırada üstad henüz 28 yaşındaydı.

Bu eserlere gösterilen büyük ilgi Şibli’yi, İslam tarihinin önemli hareketlerini ve ilmi hizmetler veren kişilerini tanıtmaya yönelik eserler vermeye itti. Bunun mühim bir sebebini de merhum Ebul Hasan en Nedvi şöyle açıklıyor; “19. yüzyılın sonuyla 20. yüzyılın başında Avrupa’nın İslam ülkelerini istila etmesinden sonra, İslam, İslam medeniyeti, idare nizamı ve muamelatıyla ilgili hükümleri hakkında sömürgeleri altında bulunan Müslümanların gönlünde geniş çapta şüphe uyandırmak için tarih ilmi bir kapı olarak kullanıldı. Bu yüzden gerçek tarihi sunmaya, ortaya atılan şüpheleri çürütmeye ve iftiraları ortadan kaldırmaya önem vermek gerekiyordu.” Bu amaçla 1887’de El Memun adlı eserini kaleme aldı. Ardından, hayranı olduğu ve kendisi ile birçok benzerlikleri olduğunu düşündüğümüz İmam-ı Azam Ebu Hanife hazretleri hakkında Siret el-Numan’ı yazdı(1891) Bunları Hz. Ömer’in hayatını işlediği eşsiz şaheseri dünyaca ünlü “El Faruk”(1899) Mevlana'yı anlattığı “Sevanih-i Mevlana Rum”(1902) ve “El Gazali”(1903) adlı şaheserler izledi. Tarih ve tahlilli inceleme dalında yazılmış olan bu eserler, Mevlana Şibli’nin büyük şahsiyetlerin biyografilerini yazmada bir önder olmasını ispatlamakla kalmadı, aynı zamanda batı kültürünün ve Avrupa fikir emperyalizminin kökleştirdiği aşağılık kompleksini giderip, müslümanların ruhen kendini toparlamasında ve kendilerine olan güveni tazelemesinde çok büyük rol oynadı.
     
Bu eseri okuyarak Hz. Ömer’i tanıyan Gandi, “Hz. Ömer’in bütün dünya devlet adamlarının örnek alacağı bir kişi olduğunu öğrendiğini” dile getirmiştir. Hatta Muhammed Şefi Deobendi'nin nakline göre Gandi şöyle demiştir: "Dünyada siyaset denen bir şey varsa o da ancak Sıddık ve Faruk'un siyasetleridir."

Mevlana Şibli bahsettiğimiz eserleri kaleme alırken önemli belge eserlere ihtiyaç hissediyor, bunun içinde bazen Lucknow’a, bazen Allahabad’a, bazen de Bhopal şehrine gidiyor ve kütüphaneleri geziyordu. Sonuçta bu eserlere daha çok İstanbul’da ve Mısır’da ulaşabileceğine kanaat getirerek selefleri gibi, ilim için seyahate karar verdi.

26 Nisan 1892’de, mübarek Ramazan ayında, o sırada İngiltere’ye giden Prof. Thomas Arnold ile birlikte Aligarh’tan yola çıktı. 1 Mayıs 1892’de gemiyle Hindistan’dan ayrıldı. Süveyş Boğazı üzerinden Akdeniz’e geldi. Kıbrıs’a uğrayan gemi, Rodos’a sonra İzmir’e geldi ve İzmir’de iki gün kaldı.

Bu sırada şehri gezen Şibli, Hisar camiinde bir Cuma namazında gördüğü bazı bidatlere şöyle değinmekte; “Bu memlekette namazda ve hutbelerde bir takım yenilikler görülmektedir. Ama bunların ne dinde yeri vardır, ne de uygulanışları bakımından tam yerine oturmaktadır. Hatip hutbede ortalarda durmakta, o sırada birkaç kişi koro halinde, yüksek sesle bazı şeyler okumaktalar. Onlar susunca hatip tekrar hutbe okumaya başlamaktadır. Ve böylece birkaç kere bu tekrarlanmaktadır. Namazda da genellikle Fatiha’dan sonra çok kısa, bir ayetten fazla olmayan sureleri okumaktadırlar. Hâlbuki bütün dünyada Cuma namazı kılınırken uzun sureler okunması bir prensiptir.”

13 Mayıs 1892’de İstanbul’a teşrif eden Mevlana Şibli hazretleri, o zamanın İstanbul’u için; “Denilir ki, dünyada hiçbir şehir İstanbul kadar güzel görünümlü, hoş manzaralı değildir. Gerçek şu ki, tabiat manzarası açısından dünyada buradan daha güzel, daha hoş bir şehrin olduğu hayal bile edilemez” demektedir.

Şehre gelir gelmez bir ev tutup yerleşen Şibli Numani şehrin kütüphanelerini taramaya başlamış ve şöyle demiştir; “Bütün İslam dünyasında İstanbul, Arapça yazılmış eserlerin en büyük merkezidir.”

İstanbul’da önemli okulları, askeri ve sivil eğitim kuruluşları tam bir uzman gözü ile incelemiş ve Hindistan’a dönüşünde Müslümanlara Osmanlının modern eğitim tarzını benimsemelerini ısrarla anlatmış, bunda bir ölçüde muvaffak da olmuştur.

İkinci Abdülhamid han’ın gerçekleştirdiği eğitim reformu hakkında şu tespitleri ilginçtir: “Şu andaki Padişah 2. Abdülhamid döneminde eğitimin çok ilerlediği ve her geçen gün gelişip yaygınlaştığı herkes tarafından itirazsız kabul edilen bir gerçektir. Sultan tahta geçtiği sırada Rüşdiye okulları 96 taneydi. Şimdi onların sayısı 2000’e ulaşmıştır. Bununla birlikte okullarda ve fakültelerde öğrencilerin sayısı o kadar hızla artmaktadır ki tahmin edilemez. Prof. Wambery’nin bundan birkaç sene önce Türklerin genel ilerleme ve genişlemesi üzerine verdiği konferansta Hukuk Fakültesinin öğrenci sayısını 300 olarak açıklamıştır. Fakat benim İstanbul’da bulunduğum sıralarda bu fakültede 1200 öğrenci öğretim görüyordu. Mısır’da bulunduğum sıralarda, Kahire’de yayınlanan ünlü el-Müeyyed gazetesinde şöyle bir haber okumuştum: Sultan 2. Abdülhamit, devlet idaresini eline aldığında senelik eğitim masrafları 300 bin paund tutuyordu. Ama şimdi 800 bin paund tutmaktadır.”

Zamanla Şibli, Osmanlı idaresinin bir sınıfı tarafından tanınmaya ve değeri bilinmeye başlamışır. Bunların arasında Ahmed Cevdet Paşa ile Plevne kahramanı Gazi Osman Paşa’yı sayabiliriz. Gazi Osman Paşa ile aralarında büyük bir dostluk oluşmuş ve paşanın aracılığı ile Abdülhamit han tarafından kendisine “Mecidi Nişanı” verilmiştir.

Zaten Şibli’nin Payitahta gelmesinin tek sebebi kültürel değildi. En yakın talebesi merhum Süleyman Nedvi buna şöyle değinir: “Her ne kadar Şibli’nin seyahatı ilmi ve kültürel bir görüntü altına gizlenmiş ise de, aslında bu seyahatın amacı Hind Müslümanları ile halife-i Müslimin Sultan Abdülhamid’in arasında bir bağ meydana getirmekti. Bu gerçekleşmiş ve Şibli, Hind Müslümanlarının ilk elçisi olmuştur. İngilizler bu seyahatın arkasından meydana gelebilecek etkilerden çok kuşkulanmış, özellikle Şibli’nin kurduğu eğitim müesseselerindeki Müslüman öğrencilerde meydana getireceği heyecandan korkmuşlardır.”
 
İngilizlerin korkusu öyle bir raddedeydi ki, Şibli’nin bu nişanı takmasına izin vermediler ve “kıyamete kadar soyumdan gelenlere bırakacağım şeref ve gurur hatıram olacak” dediği bu hatırayı casusları aracılığı ile çaldırıp, ortadan kaldırmışlardır. Bu hadiseyi Süleyman Nedvi “Şibli’nin Hayatı” adlı eserinde şöyle anlatır: “Üstadımızın peşine İngilizler casuslar ve gizli polisler takmışlardı. Sultan Abdülhamid’in verdiği Mecidi nişanı adlı dördüncü dereceden ve özellikle büyük eğitimcilere verilen madalya evinden çalınmıştı. Bu hırsızlık siyasi bir hırsızlık mıydı, yoksa adi bir hırsızlık mıydı, öğrenilemedi. Ama bir iki gramlık gümüşten ibaret bir madalyanın maddi değeri için çalınmayacağını herkes bilir.”

Şibli Numani'nin İngilizlere verdiği bu korkunun sebebi olarak İngilizler'in neler yaptığını ve Şibli Numani'nin gezilerinde Müslümanlar'ın ahvalini gözlemleyip, İslam aleminde gördüğü çarpıklıklar hakkında birkaç beyanetını gelecek sayıda yazacağım inşallah.

Facebook Yorum

Yorum Yazın

Ana Sayfa
Web TV
Foto Galeri
Yazarlar